Taşları Gediğine Oturtmak 3: İçsel Nizamın Hayata Yansıması

yazar:

kategori:

“Taşları Gediğine Oturtmak” serüvenimiz, ilk olarak İstanbul’un sunduğu yeni başlangıçla, hayatımdaki boşlukları ve ihtiyaçları fark etmemle başlamıştı. Kendimi, alışkanlıklarımı ve değerlerimi adeta bir elekten geçirdiğim o dönem, bir nevi hazırlıktı. Ardından gelen içsel muhasebe sürecinde, uzun yıllar boyunca hayatımı ve eylemlerimi salt mantık süzgecinden geçirerek temellendirme çabamın beni nasıl bir arayışa ve aynı zamanda bir yorgunluğa sürüklediğini fark ettim. Her adımı rasyonel bir zemine oturtma gayreti, ruhumun derinliklerindeki bazı soruları cevapsız bırakıyor, beni tam anlamıyla tatmin eden bir dayanak sunamıyordu. Bu arayışın temelinde, aslında kontrol etmekte zorlandığım duyguların ve belirsizliklerin yarattığı acıdan kaçma isteği yatıyordu. İşte o noktada, mantığın sınırlarını idrak edip, hayatımın merkezine farklı bir temel koyma ihtiyacı hasıl oldu: İman.

Ancak bu, daha önce sahip olmadığım bir inanca sarılmak değildi. Ben zaten bir Müslüman olarak yetişmiş, hayatın gayesinin Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu biliyor ve kabul ediyordum. Farklı olan, bu kabulü zihnimde konumlandırma şeklimdi. Önceleri, Allah’ın rızasını arama gerekliliğini kendime mantıksal çıkarımlarla ispatlamaya çalışıyordum. Belki Kur’an’ın mucizevi yönlerinden yola çıkarak ilahi kökenini kanıtlamaya, oradan hareketle emir ve yasaklara uymanın mantıksal zorunluluğunu, özellikle de cehennem azabından kaçınma güdüsüyle temellendirmeye çalışıyordum. Şöyle bir düşünce zinciri kuruyordum: “Eğer Allah’ın dediklerini yapmazsam acı çekeceğim, öyleyse O’nun dediklerini yapmalıyım.” Fakat fark ettim ki, bu mantıksal zincir, amellerimi, yani gündelik hayattaki eylemlerimi sağlamlaştırmaya yetmiyordu. Çünkü bu yaklaşım bile, temelinde başka bir sorgulanmamış kabulü barındırıyordu: “Acı, kaçınılması gereken mutlak bir kötüdür.” Bu ön kabulün kendisi de, tıpkı iman gibi, ispatlanabilir olmaktan ziyade, derinden hissettiğimiz veya benimsediğimiz dogmatik bir inançtı.

İşte kırılma noktası burasıydı. Madem her iki durumda da temel bir kabule dayanacaktım, neden acıdan kaçma güdüsünü değil de, doğrudan “Allah’ın rızasını kazanmayı” hayatımın sorgulanamaz, temel ve birincil gayesi olarak kabul etmeyeyim? Bu, imanı mantıksal bir çıkarımın sonucu olarak değil, hayatın üzerine inşa edileceği temel bir aksiyom, bir başlangıç noktası olarak benimsemek anlamına geliyordu. Artık Allah’ın rızasını aramak, başka bir amaca (acıdan kaçmak gibi) hizmet eden bir araç değil, bizatihi amacın kendisiydi. Bu kabulleniş, mantığı devre dışı bırakmadı; aksine, ona gerçek yerini verdi. Mantık artık temeli ispatlamaya çalışan değil, bu temel üzerinde nasıl daha iyi yürünebileceğini düşünen bir yardımcı haline geldi.

Ancak bu içsel değişimin ardından, hayatımın pratiğine baktığımda taşların yerine oturmaya başladığını hissettim. Allah’ın rızasını kazanmayı hayatımın temel ve sorgulanamaz gayesi olarak kabul etmek, bir nevi pusulayı sabitlemek gibiydi. Bu, diğer tüm insani duygularımı, arzularımı yok saydığım anlamına gelmiyordu. Aksine, bu temel gaye, diğer her şeyin yerini belirleyen bir çerçeve sundu. Artık biliyordum ki, bu ana hedefe aykırı olmayan, yani haram kılınmamış sınırlar içinde kalan her türlü fıtri arzum ve isteğim meşruydu. Doğayı sevmek ve onunla baş başa kalmak istemek, bedenimin ihtiyacı olan sporu yapmak gibi şeyler için ayrıca mantıksal bir gerekçe aramama lüzum kalmamıştı. Eğer bir şey haram değilse ve içimden geliyorsa, onu yapabilirdim; çünkü bu da Allah’ın yarattığı fıtratın bir parçasıydı ve O’nun rızası dairesi içinde yer alabilirdi. Bu anlayış, beni her eylemi rasyonelleştirme yükünden kurtardı.

Bu yeni bakış açısıyla birlikte, dünya hayatının bize verilmiş kısıtlı bir zaman kaynağından ibaret olduğu gerçeği daha da berraklaştı. Vaktimi nasıl değerlendireceğim konusunda zihnimde doğal bir öncelik sırası oluştu: Her şeyden önce Allah’ın kesin emirleri olan farzlar geliyordu. Ardından ertelenemez insani, İslami veya işle ilgili sorumluluklarım yer alıyordu. Sonrasında ise kişisel gelişimim veya topluma katkı için önemli gördüğüm projeler ve en sonunda diğer meşru istek ve faaliyetlerim geliyordu.

Bu zihinsel netlik, özellikle son iki yıldır boğuştuğum o kısırdöngüleri kırmamda kilit rol oynadı. Uykusuzlukla geçen geceler, bir türlü istikrara kavuşmayan namaz düzeni, gündelik hayatı bir akışa sokmayı başaramama hali, yani bir rutin oluşturamama sıkıntısı… Tüm bunlar, belki de en derinde yatan o varoluşsal temellendirme çabasının ve anlamsızlık hissinin birer yansımasıydı. “Neden?” sorusunun cevabı artık sadece mantıkta değil, kalpte ve imanda yatıyordu ve bu cevap, diğer meşru isteklere de alan tanıyordu.

İlk İstanbul deneyimimde yakaladığım o çalışma momentumu, belki de bu yüzden Bursa’ya döndüğümde kaybolmuştu. Yeni ortamın getirdiği dışsal motivasyon veya kendime bir şeyler ispatlama çabası bitince, içsel dayanak eksikliği kendini göstermişti. Yavaşlamış, özellikle sorumluluk gerektiren ve para kazandığım işleri yapmaktan kaçınır olmuştum. Hatta bir noktada, başarısız olma korkusu ve anlamsızlık hissiyle başa çıkmak için, denemeyi bile bırakıp “yapmamayı” tercih etmiştim. Bu, temeldeki “neden?” sorusuna hem sağlam hem de fıtrata uygun bir cevap verememenin getirdiği bir eylemsizlikti.

Ancak “Allah’ın rızasını kazanmayı” temel gaye olarak belirleyip, O’nun çizdiği sınırlar içinde diğer fıtri arzularıma da yer açınca, sıkıntıların üzerine gitmek farklı bir anlam kazandı. İki yıldır düzeltemediğim uyku düzenimi, Allah’ın izniyle bir istikrara kavuşturdum. Geceleri vaktinde yatmak, sadece bedensel bir ihtiyaç değil, Allah’ın belirlediği fıtrata uyma, zamanı bereketli kullanma ve sabah namazına hazırlık niyeti taşıyordu. Namazlarımı ezan okunur okunmaz kılmaya gösterdiğim özen, artık cehennem korkusundan kaynaklanan bir zorunluluktan ziyade, Rabbime olan bağlılığımın ve O’nun çağrısına icabet etme arzumun bir ifadesiydi. Sabahları kalktığımda uyguladığım basit rutinler bile, güne bilinçli başlama, iradeyi küçük adımlarla harekete geçirme ve hayatı, belirlenen öncelikler doğrultusunda bir düzene sokma gayretinin somut adımlarıydı.

Elbette bu yolculuk tamamlanmış değil. İnsan olmanın getirdiği iniş çıkışlar, zorlanmalar hep olacak. Önemli olan, pusulanın doğruyu göstermesi ve adımların o yöne doğru atılması. İmanı hayatın temeline yerleştirmek, bir binanın temelini atmak gibidir. Sağlam bir temel, üzerine kat çıkmayı mümkün kılar. Uyku düzeni, namaz disiplini, günlük rutinler ve anlamlı bir çalışma hayatı, bu temel üzerine inşa edilen katlardır. Her bir tuğla, niyetle, sabırla ve Allah’tan yardım dileyerek yerine konulur. İki yıl süren o dağınıklık ve anlamsızlık hissinin ardından, şimdi hayatımda taşların yavaş yavaş yerine oturduğunu hissetmek, içsel bir bütünlük ve huzur veriyor. Mantığın tek başına sağlayamadığı o sağlam zemini, imanın sunduğunu tecrübe etmek, bu yolculuğun en kıymetli kazanımı. Ve bu, sadece kişisel bir hikaye değil, belki de modern insanın kaybettiği o içsel dengeyi bulma arayışının bir yansımasıdır.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir