Hayat yolculuğunda en değerli keşiflerden biri, kendi istek ve inançlarımızın berrak bir şekilde farkına varmaktır. Bu farkındalık, genellikle hayatın alıştığımız akışı bozulduğunda, konfor alanımızın dışına çıktığımızda filizlenir. Rutinler kaybolduğunda ortaya çıkan boşluklar, bize en temel ihtiyaçlarımızı ve bizi neyin ayakta tuttuğunu gösteren bir ayna olur.
İnsanın her adımı mantığa dayandırma çabası, ruhu tatmin eden sağlam bir zemin sunmak yerine, onu yorucu bir arayışa sürükleyebilir. Zira bu çabanın temelinde bile, çoğu zaman sorgulanmamış bir kabul, ispatlanmamış bir inanç yatar. Asıl mesele, hayatı hangi temel üzerine inşa edeceğimizi bilinçli olarak seçmektir.
Bu temel, mantığı bir kenara itmez; aksine ona gerçek yerini verir. Artık temeli sorgulayan değil, o sağlam zemin üzerinde en doğru adımların nasıl atılacağını aydınlatan bir fenere dönüşür. Böylesi bir temel kabul, fıtri arzuları ve insani istekleri yok saymaz; bilakis, onları anlamlı bir bütünün meşru parçaları haline getirir. Bu kabulleniş, insanı her eylemini rasyonelleştirme yükünden kurtararak içsel bir huzura kavuşturur.
İstek ve inançların farkına varmak, dağılmış parçaların bir araya geldiği, daha bütüncül bir hisse kavuşmaktır. Mantığın kıyılarında kaybolmuşken, inancın sunduğu sağlam zemine basmanın getirdiği bir dinginliktir bu. Taşların gediğine oturduğu o an, modern insanın kaybettiği içsel dengeyi bulma hikayesinin en kıymetli kazanımıdır.
Bir yanıt yazın